12. Gün: Sunauli-Boudhanath

Sunauli’den Katmandu’ya Minibüs Yolculuğu

Biraz önceki otobüsü çoktan gözden kaybetmiş haldeyiz. Gümrüğün hemen çıkışındaki garajda hem para bozdurup hem de saat 7’de Katmandu’ya hareket edecek olan minibüse kişi başı 800 Nepal Rupisi ödeyip biletlerimizi alıyoruz. Hareket saatine kadar kalan yarım saatimizde etrafın seyrine dalarak Nepal’e vardığımızı idrak etmeye çalışıyoruz. 24 saatlik zorlu yolculuğun birinci etabını tamamlamış olmanın rahatlığı içinde bütün uykusuzluk ve yorgunluğumuza rağmen her ne kadar öyle bir hayalimiz olmasa da kendimizi Everest’e çıkmış kadar zinde hissediyoruz.

Pembe renkli minibüste yerimizi alıyoruz. Koltuklar arasındaki mesafe bizim gibi küçük insanların bile dizlerini düz tutamayacağı kadar kısa. Oturma yerleri de küçücük olan koltuklara bir türlü yerleşemediğimizi gören muavin bizi kaptanın yanındaki koltuklara alıyor, oleey! Yine bir buçuk popoluk yere iki popo sığdırmaya çalışıyoruz. Diz durumu deminkinden farklı değil ama olsun, en öndeyiz. Arka tarafı tamamen dolmuş minibüste en azından psikolojik olarak rahat bir pozisyondayız. Muavine kaçta varırız diye soruyorum, “öğleden sonra dört” diyor. Aklıma otelcinin sözleri geliyor…

Önümüzde iki tarafı ormanlık, geniş Himalaya yolları uzanıyor. Şoför müzik açıyor. Ses sistemi mükemmel; bangır bangır Nepali pop müzik eşliğinde keyfimiz yerinde yola çıkıyoruz. Yarım saat geçmeden, asıl durak olduğunu düşündüğümüz, bizdeki belediye otobüs duraklarına benzer bir yerde mola veriyoruz. Yarım saatlik molada, muavinin bize tavsiye ettiği bir tezgâha çay içmeye yollanıyoruz. Hava serin olmakla birlikte yükselmekte olan güneş ısıtmaya başlıyor. Kenardaki bir duvara ilişip iki çay istiyoruz. Haşlanmış yumurtalardan iki tane, yandaki tezgâhtaki mis kokulu mandalinalardan da yarım kilo alıyoruz. İkinci çayları da devirdikten sonra minibüse binip tekrar yola çıkıyoruz. Araç tıka basa dolmuş, ayakta bir sürü insan var. Şoförle aramızdaki yere biri oturmuş. Yanımızdaki çantaları yere koyarsak bacakları sığdıracak yer kalmıyor, çaresiz kucağımıza alıyoruz.

Bangır bangır çalan müziği çok beğenmekle birlikte farklı CD’ler mi çalıyor yoksa çevir çevir aynı CD’yi mi dinliyoruz? Anlamanın benim açımdan henüz imkânı yok. Sanki aynı üç veya dört parça sonsuz tekrarda gibi. Yol şahane, güneş pırıl pırıl, sallana sallana gidiyoruz. Birkaç saat sonra yorgunluğun ve sürekli yola bakmanın etkisiyle uyku bastırıyor. Başımı yaslayacak yer yok. Sürekli sallan yuvarlan gittiğimizden kendi haline de bırakamıyorum; sabit durmuyor. Tam dalacağım önüme düşüyor, zınk diye uyanıyorum. Çantamı ön cama koyup üstüne kapaklanmak en uygunu.

24 saati geçti uyumadık. Hemşire de ben de tam anlamıyla kıvranma aşamasındayız. Öyle dursan olmuyor böyle dursan olmuyor. İtiraf etmeliyim ki yolculuk tam bu noktada zorlamaya başladı. Halüsinasyonlar görmeye daha doğrusu duymaya başlıyorum. Hemşire bana bir şey söylüyor, gözlerimi açıp ona bakıyorum, o da bana bakıyor, konuşmuyoruz. Sonra bir şey söylemediğini fark edip tekrar kafamı çeviriyorum. Uykuyla uyanıklık arası Nepali pop müzik eşliğinde bir tuhaf rüyadan bir diğerine savruluyor kafam.

Molalar iyi geliyor. Yanımda ve arkamdaki insan yığını arasından sürünerek de olsa dışarı çıkıp diriltici havayı solumak kendimi toparlamama yardımcı oluyor. Ancak yolda ilerledikçe bu konfor molalarının arası açılmaya, süreleri de kısalmaya başlıyor ya da bana öyle geliyor. Artık çok kısa molalarda bile dışarı çıkabilmek için ana kapıyı kullanmıyorum. Yine cambazlık gerektiren ama en azından önünde insan bariyeri bulunmayan şoför kapısından aşağı atıyorum kendimi. Benden daha huzurlu görünen ve her molada dışarı çıkmayan hemşireyle hem yorgunluktan ama daha çok bu zor durumu birbirimiz için iyice çekilmez kılmamak için mecbur olmadıkça konuşmuyoruz. Halüsinasyon görüyorum deyince içi rahatlamış, meğer gaipten sesler duyduğunu sanarak korkmuş. Endişelenecek bir şey yok fena halde uykusuzuz o kadar.

Saatler geçmek bilmiyor. Daha yolun yarısına bile gelmedik ama dakikaları saymaya çoktan başladım. Bu yol hiç bitmeyecek gibi. Durduğumuz bazı zamanlarda şoför: “Mola yok!” deyip kimseyi indirmiyor, sadece müşteri almaya devam ediyor. Kaç kişi var saymadım ama çok. Sürekli inenler olsa da sanki binenler daha çok. İşin tuhafı insanların yüzünde en ufak bir şikayet belirtisi görmüyorum. Minibüse annesiyle binip yanıma oturan küçük kız çocuğuyla sohbet etmeye çalışıyorum. Üniforması üstünde, okuldan çıkmış, belli ki yorgun. Çocuğun gözleri kapanıyor ama asla mızmızlanmıyor. Elimdeki abur cuburdan ikram ediyorum, reddetmiyor. Çok konuşkan değil ama İngilizce biliyor; okulda öğrenmiş. “Nepalce arkadaş nasıl denir” diye soruyorum. Saati diye cevap veriyor. Nepal dilinde öğrendiğim ilk kelime böylece saati oluyor.

Ara ara uzaklarda yükselen tepesi karlı dağları gördükçe kendimi şanslı hissedip, seviniyorum. Çok da uzun olmayan bir zaman sonra bu dağlarda kar kalmayacak. Asıl ve diğer bütün sebeplerin yanında bizim de parçası olduğumuz turizm de hiçbir şekilde doğal olmayan bu felâketin önemli bir nedeni ne yazık ki.

Muhteşem manzaralar karşısında dağ yollarını dangur dungur tırmandığımız bu yolun unutulmazı araçtaki insanların hep gülümseyerek bakan güzelliği yanı sıra yola çıktığımızdan beri sesi bir saniye bile kısılmayan müzik olacak. Neye benzediğini unutmamak için telefonuma kötü de olsa kısa kayıtlar yapıyorum. Şoförle yaptığım sohbet sırasında bu yolu her gün yaptığını öğreniyorum. Şaşkınlıktan dilim tutulsa da müziği çok beğendiğimi söyleyebiliyorum.

Katmandu’ya yaklaştıkça dağ yollarındaki trafik neredeyse duracak kadar sıkışıyor. Hava kararmış, yoldaki toz duman artıyor. Hindistan sim kartım artık kadük. Nerede olduğumuzu kestiremiyorum ama tırmanış bitti. Yollar her ne kadar ışıksız da olsa şehre yaklaştığımızı anlayabiliyorum. Saat akşam altıyı çoktan geçti. Son dakikalar geçmek bilmedikçe minibüs ikide bir durup yolcu indiriyor. Kent içindeyiz ama şoför “daha gelmedik” diye bizi indirmiyor. Kontrol etmenin imkânı yok. Nihayet kendisinden müziği kısmasını rica ediyorum; yorulduğumdan değil, kentin sesini duymak istediğimden(!)

Boudhanath’a gideceğimiz için şoföre bizi taksi bulunan bir yerde indirmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Yanımızda oturan genç yüzlü ve üzerindeki üniformadan anladığımız kadarıyla askeri okul öğrencisi biri, “ben de Boudhanath’a gideceğim” diyor ancak bizim konaklayacağımız misafirhanenin yerini bilmediğini söylüyor. Minibüs artık son durakta ve hem şoför hem başka bir yolcu daha konuşmaya katılıp sanırım gideceğimiz yerin adresi konusunda anlaşmaya çalışıyorlar. Bu karmaşa içinde bizim gibi Boudhanath’a gidecek olan askeri öğrenciyi kaybediyorum.

Misafirhanenin açık adresi değil ama telefonu ve nedense bir de planı var yanımda. Konuşmaya sonradan katılan kişi, plandan hiçbir şey anlamamakla birlikte kibarlık edip numarayı arıyor ama keşişlerden yanıt veren çıkmıyor. Taksi durağındaki şoför de konuşmaya katılınca, “Boudhanath’a kaç Rupi” diye soruyorum. “1500” deyince, “olmaz bu çok” diye itiraz ediyorum. Hindistan sınırında konuştuğumuz kişi, bu yolun en fazla 500 Rupi tuttuğunu söylemişti. Dünyanın her yerinde olduğu gibi yabancı turist tarifesi alıyoruz. Akşamın bir saatinde umutsuz halimizden faydalanmaya çalışıyorlar, pes etmiyorum. Buraya daha önce kaç kere geldiğimden bahsedip yolu bildiğimi ve bu kadar etmediğini söyleyerek fiyatı aşağı çekmeye çalışıyorum. Hemşire Budha gibi sükûnet içinde bizi dinlerken hiç topa girmiyor. Bu misafirlik haline gerçekten patlayabilirim! Gerçi bir ara yorgunluktan tükenmiş bir halde: “Ne istiyorlarsa ödeyelim bari” diyor ama bu defa da “olmaz, gurur yaptım” diye ben tersliyorum.

Bize yardımcı olan genç de meğer bizim gideceğimiz tarafa gidiyormuş. Neden daha önce söylemedi ki? Taksiyi paylaşmayı teklif ediyorum. Sırıtarak, “o zaman minibüsle giderim” diyor. Fizik kondisyonumuz bir kere daha minibüse binmeyi kaldıramayacak halde. Gideceğimiz yol 5-6 kilometre ama şoföre sorsan 15’ten fazla! Sürekli aralarında konuşup üstüne bir de gülüşmeleri beni iyice inatçılaştırıyor. Neredeyse yarım saat süren pazarlık nihayet zaferimle sonuçlanıyor ve 600 Rupiye anlaşıyoruz. Taksinin yola çıkmasının üstünden on dakika bile geçmeden “geldik” diye duruyoruz. Hiç sesimi çıkarmadan araçtan iniyorum. Gerçekten gelmişiz.

Budist Manastırı Misafirhanesi

Misafirhanenin kapısından içeriye adım atar atmaz burayı seviyorum. Tempolu ve gürültülü Hindistan günlerinden ve son etabı bir türlü bitmeyen kara yolculuğumuzdan sonra burası tam da dinlenebileceğimiz, hayalini kursak ancak bu kadar olurdu diyebileceğimiz mütevazılık ve sakinlikte bir yer. Akşamın soğuk karanlığında güzel bir bahçenin içinden geçerek ulaştığımız resepsiyondan anahtarlarımızı aldıktan sonra birinci kattaki odamıza çıkıyoruz.

Giriş kattaki odalara bahçeden, birinci kattaki odalara bahçeyi yukarıdan çevreleyen balkondan giriliyor. Odanın bulunduğu katta küçük bir de kitaplık var. Kitaplığın yan tarafında yine bahçeye bakan taraçada da sedirler. Odamız çok sade: iki yatak, yatakların arasında bir küçük komodin, üzerinde termos bulunan bir sehpa ve gömme dolap. Yerler, banyo, havlular tertemiz. Odanın sıcaklığı dışarısıyla aynı, yani soğuk. Eşyalarımı gelişigüzel atıp birazdan sona erecek olan yemek servisini kaçırmamak için bahçede bulunan restorana iniyorum. Yolda yaşadığımız gerginlik anlarından sonra kendisiyle konuşmak istesem de hemşire beni reddederek odada yalnız kalmayı tercih ediyor.

Organik Restoranın Mönüsü

Soğuğa ve karnımın açlığına rağmen önce bahçedeki masalardan birine oturup kahve ısmarlıyorum. Kahve nefis, kokusunu bozmamak için süt bile eklemiyorum. Soğuk ve sessizlik iyi geliyor. Yirmi dört saati aşan yolculuğun son anlarındaki adrenalin salınımının yavaş yavaş damarlarımdan çekilmeye başlamasıyla bahçeden perdelerle ayrılmış restoran bölümüne geçiyorum. İçerideki tek seyyar sobanın yanındaki masalar dolu. Beremi çıkarmadan boş masalardan birine yerleşiyorum. Günlerdir taze sebze yemediğimden canım acayip salata çekiyor. Burada konaklamayı tercih etmemizin en önemli nedenlerinden biri mutfaklarında organik ürünler kullanmaları, meyve sebzeyi de kullanmadan önce pürifiye etmeleri, dolayısıyla midem bozulur mu endişesi yaşamadan gönül rahatlığıyla çiğ sebze ve meyve yiyebilirim.

Mönüdeki çekici seçenekler arasından açılışı sebze çorbası ve salatayla yapmaya karar veriyorum. İkisi de birbirinden lezzetli; tabakları ekmekle sıyırırken kendime geldiğimi hissediyorum.

Önce itiraz etsem de günlüğüme not alırken bile dip dibe olduğum hemşireyle bir süre ayrı kalmak iyi geliyor. Kendi düşüncelerimle baş başa kaldığım bu anın tadına varıyorum. Yine de karnı acıkır diye kendisine tost yaptırmayı ihmal etmiyorum. Işığı kapatıp çoktan yatağa girmiş, “aç değilim” diye karşılıyor beni. Sehpanın üstündeki artıklardan, yola çıkmadan Varanasi’de hazırlattığımız kumanyanın kalanını mideye indirmiş olduğunu anlıyorum.

Gecenin Keskin Soğunda Teras Keyfi

Odaların bulunduğu binanın ikinci ve son katı teras. Gecenin loşluğu, etrafa hâkim sessizlik ve kuru soğuğun ortasında bahçeye tepeden bakan terasta bulduğum bir sandalyeye çöküp düşüncelerime dalıyorum. Fiziksel yorgunluğum iyi hissetmeme engel olmuyor. Yıldızların altında vakit geçirmeye doyamasam da yatsam iyi olacak. Zehir gibi soğuk odaya girip doğramaları şiştiğinden tam kapanmayan pencere yanındaki yatağın içine uzanıp ışığı kapatıyorum. Soğuktan kıvrılmış bir halde uyku hormonunun hızla bedenimi ele geçirdiğini hissederek, esenlik içinde uykuya dalıyorum.

About the author

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir