2. Gün: Delhi-Agra

Delhi Nizamuddin Garı
Nizamuddin Garı, Delhi, Aralık 2018
Agra Treninde Hayatımızın Kahvaltısını Yapıyoruz

Delhi Nizamuddin Garı’ndan sabah 8.10’da kalkan Agra trenine binmek üzere 6 buçukta kalkıp gün doğmadan sokağa çıkıyoruz. Tuktuk tutmak çok da iyi bir fikir değilmiş; gara varana kadar soğuktan çenemiz titriyor. Hindistan’daki tren istasyonlarının çok kalabalık ve karmaşık olduğu hep söylenegeldiği için kalkış saatinden 40 dakika kadar önce gara varıyoruz ancak bu da söylendiği gibi çıkmıyor.

Bizimki mi iyi şans yoksa söylenenler, yazılanlar mı abartılı bilemiyorum ama her şey gayet düzenli: peronlar, trenler, vagonlar… Evet biraz kalabalık ve evet garın hemen dışında yerde yatan insanlar var. Daha çok sabah trenine binmek üzere geceyi burada geçirmiş gibi görünüyorlar çünkü kalktıktan sonra eşyalarını, valizlerini toplayıp gara giriyorlar. Etraftaki herkes de yardım sever. Bu durumda, garlarla ilgili yapılan olumsuz yorumların, insanları dünyadaki en medeni yolculuk aracı trene binmekten alıkoymak için olduğu tahmininde bulunabilirim. Elbette dünyanın her yerinde olabilecek dolandırıcılığa karşı uyanık olmayı ihmal etmiyoruz ancak abartmaya gerek olmadığını anlamakta da gecikmiyoruz.

Bindiğimiz 8.10 treninin iyi bir tren olduğunu başta lobidekiler sonrasında da konuştuğumuz diğer rehberler sanki özeniyorlarmışçasına dile getirmişlerdi ama pek anlamlandıramamıştık doğrusu. İkinci sınıf koltuklu vagondaki yerlerimizi alınca fark ediyoruz ki, yerler tertemiz, koltuklar gayet konforlu, ısı ideal, fonda çok kısık sesle geleneksel müzik yayını var ve tren tam vaktinde hareket ediyor. “Daha ne isteriz” diye düşünürken, bilete kahvaltının da dahil olduğu aklımıza geliyor. Yol yorgunluğunu atamadan yataktan kalkıp, çay bile içmeden tuktukun arkasında donayazarak gelip bindiğimiz trendeki perişan halimiz, ikram edilen kahvaltıyı gördüğümüz anda geçiyor.

Vejetaryen seçenekte sunulanlar şöyle: Bir kutu mango suyu, bir adet sebzeli çapati (bizim pide ekmeklere benzeyen Hint ekmeği), henüz mutfak olayına tam hakim olamadığımızdan tikka soslu olduğunu düşündüğümüz sulu ve sıcak sebze yemeği, iki büyük dilim kızarmış ekmek, tereyağı, reçel, bir dilim kek ve muazzam lezzette bir fincan çay. Güler yüzlü kadın ve erkek görevlilerin servis ettiği mükemmel kahvaltı bizi kendimize getiriyor, içimizi de ısıttığından tatlı bir uyku veriyor. Toplam 1 saat 40 dakikalık yolculuğumuz keyifli ve rötarsız geçiyor.

Agra’da Ev Pansiyon

Agra’da sadece aile kalabilir anlamında değil aile işletmesi anlamında bir aile pansiyonunda kalıyoruz. Bir çift ve üç çocukları pansiyonu çekip çeviriyor. Ev sahipleri sıcak ve yardımcı ama fazla ilgiye de boğmuyorlar. Evin giriş katındaki geniş mutfak, büyük bir açık kapıyla bir köşesinde lobi ve resepsiyonun da bulunduğu orta alandaki yemek salonuna bakıyor. Büyük yemek masasında otururken yemek yapılışını izleyebiliyorsunuz. Yine bu geniş alandan merdiven veya asansörle üst katlara çıkılıyor. En üst kat teras olmak üzere toplam üç katlı binanın giriş katının tavanı, birinci katın tavanına kadar açık ve birinci kattan bakınca aşağısı bir avlu görünümünde.

Odamıza, birinci katta ön cepheye bakan ve başka bir odanın da bulunduğu geniş bir terastan giriliyor. Terasta hasır bir kanepe, puf, sehpa ve çalışmayan bir piyano var. Yerde duran ya da tavandan sarkıtılmış bitki ve çiçeklerle bezeli, dinlendirici, zaman geçirmesi keyifli bir alan. Odanın iç dekorasyonu da oldukça şaşırtıcı. Duvardaki onlarca aydınlatma düğmesinden hangisinin neredeki hangi renk ışığı yaktığını öğrenmemiz için günler geçmesi gerek. Odadaki bin bir renkteki aydınlatma, pencerelerdeki ahşap işçilikle birleşince, kalabalık olduğu kadar da birbiriyle uyumlu bir tasarım harikası çıkarmış ortaya. Kaldığımız yere, uyuyacağımız odaya bayılıyoruz. Kelimelerle anlatılması mümkün olmayan bu rengarenk aydınlatmalı ve dekorasyonlu evi, ev sahibi tasarlayıp yapmış. Bu şahsiyeti bir kere evin önünde küçük bir masada maydanoz ayıklarken gördüm. İngilizce bilmediğinden müşterilerle pek muhatap olmuyormuş; belli ki sanatçı ruhu var! Ranjanna, eşinin aydınlatma merakından ve her ay gelen elektrik faturasının kabarıklığından şikâyet ederken kahkaha atmaktan da alamıyor kendini. Mutfaktan gelen kokuların iştah açıcılığına bakılırsa kendisi de müthiş bir aşçı anlaşılan. Akşam yemeğini burada yemek istediğimizi söyleyip yürüyüşe çıkıyoruz.

Tac Mahal’in Civarında

İstasyonda bizi karşılayan tuktukçu Mirza, pansiyonun önünde park etmiş, bize şehir turu satmak istiyor. Israrlı ama rahatsız edici değil. Yürümek istediğimizi söyleyince, “Okey okey, no problem” diyor.

Kaldığımız yer, Tac Mahal’in doğu kapısına yaklaşık bir kilometre mesafede. Ferah, geniş, sakin bir yol uzanıyor önümüzde. Sakin derken elbette yol boyunca mıknatıs gibi üstümüze çektiğimiz satıcıları hesaba katmıyorum. Her seferinde üşenmeden, “hayır, teşekkür ederim” dendiği sürece bir sorun çıkmıyor. Sonuçta bir şey almak zorunda değiliz. Sanırım püf noktası bu; olumsuz da olsa kibarca Hint dilinde yanıt vermek.

Sabah gün doğumunda ziyaret etmeye karar verdiğimiz Tac Mahal’e girmeyip, gişelerin oradan bir tuktukçuyla anlaşıp Mehtab Bagh‘a yollanıyoruz. Mehtap Bahçeleri diye çevrilebilecek bu park, Yamuna Nehri’nin karşı kıyısında, Tac Mahal’in tam karşısında ve tam olarak onunla aynı genişlikte. Tac’ı uzaktan seyretmek için yapılmış, girişi ücretli, gün batımı ve dolunay geceleri için tavsiye edilen yerlerden. Rivayete göre Şah Cihan buraya kendisi için Tac’ın siyah renkte bir ikizini inşa ettirmek istemiş ama tutsaklığı buna izin vermemiş.

Motor, korna gürültüsü ve egzoz dumanı içindeki yarım saatlik yolculuğumuz boyunca tuktukçuyla sohbet ediyoruz. Adının David olduğunu söylüyor. Hintçe ismi biraz komplikeymiş o yüzden kullanmıyormuş. David 22 yaşında, bu işi yarı zamanlı yapıyor. Tuktuku başka biriyle paylaşıyor ama ikisi de patron değil. “Tuktuklar çok pahalı, geçen yıldan beri de zamlandı” diyor. Geçen yıl 380 bin Rupi iken bu yıl 480 bin Rupi olmuş. Üstü başı tertemiz, özenli olduğu kadar gayet de stil. Şimdiye kadar karşılaştığımız bütün Hintliler gibi sıcakkanlı ve hoşsohbet.

Mehtap Bagh’a Para Ödemeden Tac Manzarası

Mehtap Bagh‘ın kapısına vardığımızda kapandığını söylüyorlar. Hayal kırıklığı içinde geri dönerken bir kartpostal satıcısı: “Sağ tarafa devam edin nehir kıyısına inersiniz” diyor. Oradan Tac’ı bedava seyredebilirmişiz. Söylediği gibi yapıp sahile iniyoruz. Gerçekten de Tac Mahal bütün inceliğiyle nehrin karşı kıyısından bize bakıyor. Güneş batmaya başlamış, nehrin sağ tarafından yavaş yavaş aşağı iniyor. Yine koyu kavuniçi, kocaman ve yusyuvarlak.

Tac Mahal bakmaya doyulamayan bir başyapıt. Mimarı Fars bir usta. Sisler içinde heybetli ama çok zarif. Akıl almaz bir zarafet abidesi. Güçlü, heybetli, aynı zamanda narin; bende yarattığı his bu. Kubbenin bulunduğu ana yapı, yuvarlak hatlarıyla adeta havaya asılı, yüzer gibi. Ana binanın etrafındaki dört minare daha brüt yapılmış izlenimi veriyor. Mozolenin çevresinde uzaktan gördüğümüz kadarıyla muazzam bir insan kalabalığı var ve bu kalabalık hareket ediyor sanki. İnsanlar binanın etrafında dönüyorlar! Hani ölümsüz aşkın sembolü olduğu söyleniyor ya, gerçekten de öyle. Bir mabede dönüşmüş mozolenin çevresini yüzlerce hatta binlerce insan tavaf edip Şah Cihan’ın eşi Mümtaz’a aşkına tapıyor adeta. Bu yapının insanda uyandırdığı duygu çok derin.

Ev Pansiyonda Akşam Yemeği

Bizim gibi pansiyonda konaklayan orta yaş üstü üçlü bir kadın grup ve genç görünümlü bir kadın ve 50’lilerinde bir erkekten oluşan bir çiftle birlikte büyük yemek masasına oturuyoruz. Sicilyalı olduğunu öğrendiğimiz genç kadın dışında kalanlar Fransızca konuşuyor. Çift kendi arasında İtalyanca konuşuyor. Konuşmalardan Hindistan’ı pek beğenmemiş olduklarını anlıyoruz. Pislikten ve sokaklardaki çöplerden şikayetçiler. Biz söylendiği gibi “pis” bulmadığımızı söylüyoruz. Neticede sokaklardaki çöpler organik. Süpermarket falan da olmadığı için -en azından biz hiç rastlamadık- çöpler arasında pek plastik atık yok. İnekti, keçiydi, hayvanlar da sokaklarda özgürce yaşadığından bu çöplerin çoğunu tüketiyor. Doğal bir geri dönüşüm sistemi oluşmuş sanki.

Yoksulluğun dikkatimizi çektiğinden bahsediyorum ama aynı zamanda birçok Hintli iş insanının da dünya çapındaki zenginliğinden. Masadaki tek erkek heyecanla itiraz ediyor: “Nüfusa oranlarsak Fransa’nın dünya çapındaki zengin sayısı daha fazla” diyor. Niye alındığını pek anlayamıyorum; zengin bir iş insanı belki de. Hindistan’a daha önce çok kere geldiğini, şimdiki geliş sebebinin ise burayı “tatlı sevgilisine” gezdirmek olduğunu söyleyip yanındaki kadını öpüyor ve bir şekilde tatil paralarının kendi cebinden çıktığını masadaki herkese söylemiş oluyor. Söylenenleri anlamayan Sicilyalı kadın gülümseyip, konuşulanları kibarca dinlerken beriki sözlerine devam ediyor ve daha önceki gelişlerinde hep beş yıldızlı otellerde konakladığını ama memnun kalmadığını anlatıyor. İş sevgiliye gelince biraz da tutumlu anlaşılan. İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince bir kere iş için kısa süreliğine İstanbul’da bulunduğunu, o zaman da otelden hiç çıkmadığını söylüyor. “Niye” diye sorunca, “hava kirliliği yüzünden” diyor.

About the author

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir