7. Gün: Jaipur-Varanasi

Varanasi’ye Gidiş
Yükseliş, Hindistan, Aralık 2018

Sabah 4’te kalkıp Hindistan’daki üçüncü gün doğumumuzu bu defa Varanasi’ye giden uçakta havalandıktan sonra yapmak üzere Jaipur Havalimanı’na doğru yola koyuluyoruz. Çok heyecanlıyım çünkü Hindistan’da en çok merak ettiğim yer Varanasi. Uçak yükseldikçe gündüz kuşağına geçiyoruz. 1 saat 20 dakikalık yolculuktan sonra Varanasi Havaalanı’na iniyoruz.

Kalacağımız otelden talep ettiğimiz taksi bizi çıkışta bekliyor. Valizlerimizin çekçekleri olmasına karşın üç adım taşımak için ısrar eden bagaj hamalına mecburen bahşiş verdikten sonra arabaya geçiyoruz. Yeni doğmuş güneşin altında tenha bir yolda ilerliyoruz. Buranın havaalanı yolu da Delhi’deki gibi iki tarafı ağaçlarla kaplı, çift yönlü, geniş ve ferah. Sabahın sessizliğini bozmak istemiyor, etrafı seyrederken duygularımı anlamaya çalışıyorum. Kendimi tam olarak yaşadığım anın içinde hissediyorum, şimdiki zaman bedenimde somutlaşıyor sanki; mutluyum! Bir nehrin üstünden geçiyoruz, Ganj mı bilmiyorum ama Varanasi’ye güzel duygular içinde bir giriş yapıyoruz.

Otoyol bittikten sonra merkeze inen asfaltı eprimiş, tozlu, çevresi tıka basa binalarla dolu caddelere, erken saate rağmen günlük kalabalığına çoktan ulaşmış sokaklara geliyoruz. Yaklaşık 40 dakika süren yolculuğumuz toz duman içinde bir caddede bitiyor. Bizi, adının Denis olduğunu öğreneceğimiz otel çalışanlarından güler yüzlü biri karşılıyor. Şoföre anlaştığımız gibi 800 Rupi veriyoruz.

Valizlerimizi adeta kapan Denis’in arkasından labirenti andıran daracık sokaklardan geçiyoruz. Valizimi geri alıyorum ancak bazı yerlerde çekçeki kapatıp elimde taşımam gerekiyor. Yerler ıslak, bazen çamurlu, kimi yerde henüz kurumamış inek bokları var. Birkaç dakika süren bu ilginç yürüyüşten sonra otele varıyoruz. Otel işletmecisi, check-in vaktine üç saat olmasına rağmen ekstra ücret talep etmeden odalarımıza geçebileceğimizi söylüyor. İki katlı binanın son katındaki odamıza çıkıp valizlerimizden kurtulduktan sonra kendimizi de aynı katta bulunan terasa atıyoruz.

Ganj Manzarasıyla İlk Karşılaşma

Terasa adım attığımız anda ağzımız açık kalıyor. Sandalyeye çöküp bir süre kıpırdayamıyoruz. Bu hayatımda gördüğüm en büyüleyici manzara. Pastel renkte bir manzara bu. Ganj kıyısındayız, sağımızda solumuzda geniş basamaklarla nehre inen taş döşeli platformlar diye tanımlayabileceğim ghatlar uzanıyor. Karşı kıyıda nokta büyüklüğünde insanlar, tente ve çadırlar seçiliyor. Sahilde sıra sıra park etmiş onlarca sandal dışında nehirde seyir halinde olanlar da var. Kuş kümeleri sandalların peşi sıra uçuyor. Pastel renkte virane görünümlü yapılar, ghatlar ve nehir hafif bir sis ve duman içinde. Manzara çok etkileyici. Bütün bu görselliğe, uzaktan gelen doğal fon sesinin de katılmasıyla büyülenmiş bir halde, oturduğum yerden hiç kalkmak istemiyorum.

Ghatlar

Terasta sadece manzarayı seyrederek geçirdiğimiz birkaç saatin sonunda sahile inip, yürüyüşe çıkıyoruz. Yabancı turist kalabalığı yok. Rastladığımız insanların çoğunluğu sanki buranın insanı gibi mekânla uyum içinde, bir kısmı da yerli turist. Sıcak öğle güneşinde turlarken birbirinden değişik insanları seyrediyoruz. Her şey burada daha da rengarenk sanki. Ghatlara cephe yapan binaların çok eski olmadıklarını bilmekle birlikte hepsi tarih kokuyor adeta. Hangileri mandir hangileri otel ya da malikâne başta çok ayırt edemiyorum. Her akşam gün batımında Aarti ritüelinin yapıldığı Dasaswamedh Ghat çok kalabalık. Üst basamaklardaki onlarca tezgâhta adak olarak sarı ve kavuniçi renkte çiçekler satılıyor.

Varanasi, tarihinde, biri Moğollar tarafından olmak üzere birkaç kez yerle bir edilip binlerce yıllık tapınakları yıkılmış. Ülkenin zengin Hinduları bu kutsal şehri her seferinde yeniden ayağa kaldırıp, Ganj kıyısına malikâneler, tapınaklar yaptırmış. Manzarayı kelimlere dökmek, fotoğrafla anlatmak çok zor. Duygu yoğunluğu yaşıyorum; çok kadim bir mekândayım. Benzer bir duyguyu yıllar önce Kudüs’e gittiğimde de yaşamıştım. Bununla birlikte Varanasi Kudüs’ten daha kadim geliyor. Manevi bir insan olmadığımdan bu işe kendim bile şaşsam da, tanık olduğum mistisizmin beni derinden etkilediğini itiraf etmem gerek. Kıyıda meditasyon yapanlar; bellerine kutsal sayılan kavuniçi renkte örtü sarmış, üstü çıplak, yüzü ölülerin külleriyle boyalı, bir tür aziz kabul edilen, yere bağdaş kurup oturmuş ve gelen geçenden para dilenen erkekler; hemen hepsinde egzama benzeri cilt hastalığı olduğundan sürekli kaşınan ama hallerine bakınca acıma gibi bir duygu da yaşamadığım birbirinden sevimli sürüyle köpek; sahilde oturan bir inek… Tarifi zor bir dinginlikte hareket eden bir renk cümbüşü.

Hinduizm’de Ölü Yakma Törenleri ve Moksha

Bilindiği gibi Hinduizm’de yakılan ölü bedenin küllerinin kutsal sayılan Ganj’a atılması mutlulukların en yücesi. Sadece sularında yıkanarak dahi günahlardan arınıldığına inanılan ve yerellerin Ganga dediği nehre yakılan ölü bedenin külleri atıldığında moksha (mokşa) gerçekleşmiş oluyor. Moksha, bedenin, yaşam döngüsü anlamına gelen samsaradan yani sürekli reenkarnasyon çilesinden kurtulup özgürleşerek huzura kavuşmasını, özetle nirvanayı simgeliyor.

Barışçıl bir din olarak bilinen Hinduizm, katı kuralları olan, kast sistemini savunan ve birçok açıdan maddiyata dayanan bir din. Maddiyat o kadar önemli ki öldüğünüzde cenazenizin nasıl kaldırılacağını da belirliyor. Varanasi’de ölü yakma töreni yapılan iki ghattan en bilindik olanı, turistlerin de en çok ziyaret ettikleri Manikarnika Ghat‘ta varlıklı Hinduların cenaze törenleri yapılıyor. Kullanılan odun cinsinden, cenazenin taşındığı sedyenin ağacına, Brahmin ve tapınağa yapılan bağışlara kadar cenaze masrafları değişiklik gösteriyor. Yoksul cenazelerinin yakıldığı ve bizim kaldığımız otele daha yakın olan Harishchandra Ghat‘taki törenlerle arasında bir fark yokmuş gibi görünse de törene katılan kalabalığın dış görünümü, kullanılan odun ve sedyelerin kalitesi merhumun maddi koşullarını belli eder cinsten.

Manikarnika Ghat‘ta yanımıza yaklaşıp kendini rehber olarak tanıtanlar oluyor. Bu işi parayla yapmadıklarını ama bağış kabul ettiklerini söylüyorlar. Nezaketle reddedince onlar da aynı nezaketle uzaklaşıyor. Yine de kimisi törenle ilgili bilgi vermekten alıkoyamıyor kendini. Kenarlarda yakılmak üzere yığılmış odun öbekleri var. Her öbek, bir cenazenin tamamen yakılmasına yetecek kadar. Bedenin kül olması dört buçuk saati buluyormuş. Çiçek desenli turuncu renkte kefene sarılan cenaze, yine turuncu renkte çiçeklerle süsleniyor. Kadınlardan ayrımla erkeklerin başı beyaz bir örtüyle sarılıyor. Ağaçtan bir sedye üzerine yerleştirilen cenaze, erkeklerin omuzlarında, ilahiler eşliğinde sokaklardan geçirilerek yakılacağı alana kadar getiriliyor. Önce Ganj’ın kutsal suyuyla arındırılıyor. Bir süre sonra odunların arasına yerleştiriliyor. Bu sırada cenazenin etrafında yine ailenin sadece erkek üyeleri bulunabiliyor. Kadınların yakılma alanına girmesi dini olarak yasak; töreni, ghatın üstündeki mandirin terasından izliyorlar. Belli bir mesafeden izlemekle birlikte bize karışan olmuyor. Ailenin cenazeden sorumlu en yaşlı erkek üyesi, cenazeyi tutuşturacak ateşi tapınaktan alıyor. Kutsal sayıldığı için beyaz giysiler giyinmiş ve saçları kazınmış erkek üye cenazenin çevresindeki kalabalıktan ayırt ediliyor. Ateşi veriyor ve odunlar bir anda tutuşmaya başlıyor. Bir yerlerde okuduğum kadarıyla cenazeyle ilgilenen ve aileden olmayan bir de görevli oluyormuş. Bu görevli kast dışı sayılan dalit (ezilen), daha çok bilinen ismiyle dokunulmaz olmak zorundaymış. Tutuşturmadan önce ölünün üstüne beyaz bir toz döküyorlar. Bu toz kokuyu önlüyormuş. Ağır olmamakla birlikte alışık olmadığımız bir koku var elbette. Küller etrafta uçuşuyor. Çarpıcı bir sahneye tanıklık etsek de öncesinde çokça uyarıldığımız kadar ağır değil, doğal geliyor her şey. Kadın bedeninin kalça, erkek bedeninin göğüs kafes kemikleri kül olmuyormuş. Bu kalan kemikleri Ganj’a atıyorlar. Ya balıklar ya da köpekler bulup yiyormuş. Burada yaşamla ölüm iç içe geçmiş. Her şey bu döngü içinde somut bir doğallıkla hareket ediyor. Bu alanda fotoğraf çekmek tahmin edilebilecek sebeplerden yasak. Ancak bazı turistler yasağı tanımıyor, onlar adına utanıyorum.

Seçkin Bir Lezzet: Buffalo Yoğurdundan Lassi

Manikarnika Ghat‘tan yukarı çıkıp kentin klostrofobi yaşatacak derecede dar bir labirenti andıran sokaklarına dalıyoruz. Delhi’de tanıştığımız turist rehberinin tavsiye ettiği lassiciyi bulmaya çalışıyoruz. Telefonumdaki haritanın yardımıyla tıka basa insan dolu, küçücük bir dükkânın önüne geliyoruz. Müşterilerin büyük çoğunluğu yabancı turist. Kalabalık ve dükkânın darlığı önce biraz şaşırtsa da bir yerlere sığışıyoruz. Dükkânın cephesi tavana kadar açık olduğundan dışarıyı rahatlıkla seyredebiliyoruz. Duvarlar, buraya gelmiş insanların vesikalık fotoğraflarıyla dolu.

Bir tür meyveli yoğurt olan lassi, özellikle Doğu ve Güney Doğu Asya coğrafyalarında serinletici ve doğal probiyotik olması nedeniyle revaçta olan tatlı, akışkan bir yiyecek (ya da yoğun bir içecek). Ev yapımı yoğurt, uzun uzun çırpılarak kıvamlı hale getiriliyor. Ardından mönüden seçtiğiniz envaiçeşit meyveden biri ya da birkaç tanesinin karışımı içine katılıyor. Ismarladığımız lassileri beklerken uzaktan gelen ve gittikçe yaklaşan bir ilahi duyuyoruz. Omuzlarındaki sedyede cenaze taşıyan erkekler mantra okuyarak önümüzden geçiyor. Bu sahne bana ölü yakma töreninden daha dokunaklı geliyor nedense. Bir iki dakika geçmeden bir cenaze daha, ardından bir cenaze daha geçiyor. Cenaze törenleri günün yirmi dört saati aralıksız devam ediyor.

Lassiler çok lezzetli, hemşire bayılıyor. Dükkânda oturan bir erkek dikkatimi çekiyor. Bana gülümseyerek bakan bu kişi sanki konuşmak istiyor da cesaret edemiyor. Sohbeti ben açıyorum. Komşu çıkıyor; Hindistan seyahatine çıkmış bir Atinalı. Meğer elimdeki tütün paketinin markası dikkatini çekmiş. Bir sigara içimlik sürede sohbeti koyulaştırıyoruz. Tarihe meraklı olduğundan, işsizlik yüzünden yeniden okula döndüğünden, okuyup, bilgisini derinleştirdikçe Avrupa’nın kolonyalist yüzünü keşfettiğinden bahsediyor. Bana ilginç gelen bir şekilde; “eğer Yunanlar Osmanlı tebaası olmasaydı çok uzun süre önce Avrupa tarafından sömürgeleştirilmiş, ne dillerini, ne kültürlerini koruyabilmiş olurlardı” diyor. Fikirleri yüzünden sık sık hocalarıyla tartışmaya giriyormuş. Ben de Osmanlı’nın o kadar masum olmadığından, uluslaşma süreçlerinin trajedilerinden bahsetmekten alıkoyamıyorum kendimi. Kolaylıkla muhabette girebilen bu insanın duruşu, halleri ne kadar çok bana benziyor! Birlikte yemek yemek istiyor ancak biz daha acıkmadık. Birbirimizin numaralarını alıp haberleşmek üzere ayrılıyoruz.

Varanasi Sokakları 1

İnternetin önerdiği bir mekâna, bu defa bir pastaneye yollanıyoruz. Labirentin içinde, insanların, ineklerin, köpeklerin arasından, bastığımız yere de dikkat ederek ilerlerken, yalınayak bir kız çocuğu sürekli, “no money, mama mile” diyerek eteğimize yapışıyor ve ısrarının sonucunda benden daha yufka yürekli hemşiremden “tamam”ı alıyor.

Çocuk gidip, kucağında yeni doğmuş bir bebek taşıyan ve annesi olduğunu söylediği bir kadını yanımıza getiriyor. Bakkaldan süt istiyoruz. Meğer çocuğun istediği süt değil süt tozuymuş. Nedense bu hikayeye pek inanasım gelmiyor. “Yardım” amacıyla Afrika’ya gönderdiği süt tozlarının yol açtığı çocuk zehirlenmelerini unutmadan, küresel ısıtmanın baş müsebbiplerinden olduğunu bildiğim transnasyonel süt tozu, burası için pahalı bir fiyata, 300 Rupiye satılıyor. Şaşıran hemşire süt yok mu diye soruyor; yok! Kaldığımız her yerde kahvenin yanında ikram edilen mis gibi buffola sütü dururken içine karıştırıldığı suyun temizliği şüpheli süt tozu revaçta demek. Hemşire bu defa kadına dönüp, “sütün yok mu” diye soruyor; yok. Çocuk, annesinin sırtındaki bohçaya süt tozu paketini tıkıştırıveriyor.

Yürümeye devam ederken müzik seslerinin yükseldiği bir sokağa yöneliyoruz. Birkaç kişinin çaldığı hızlı tempolu müzik eşliğinde dans eden bir grup kadın görüyoruz. Düğün mü kutlama mı anlamadan rengarenk giysileri içinde dans edenleri seyrediyoruz bir süre.

Döne dolaşa nihayet vardığımız pastane, bir İtalyan işletmesiymiş. Giriş ve teras katlar fırın-pastane-kafe-restoran, ara katlar hostel. Rehberler hariç bir tane bile Hintli müşterinin olmadığı kafenin atmosferi fazlasıyla Batılı. Her yaştan ve çoğunluk Avrupalı, Güney Amerikalı gezginlerin uğrak yeri gibi. Zengin mönünün giriş sayfasında ticari olarak etik bir işletme olduğu yazılı. Maddi olanaklardan yoksun çocuklara eğitim veren bir okula sponsorluk yapıyormuş. Kulak misafiri olduğum kadarıyla, bu okulda gönüllü çalışan gencecik, umut veren insanların da uğrak yeri. Keyifli, sakin bir mekân; kitap da okunur, yazı da yazılır. Yine de bazı müşterilerden kaynaklanan hafif bir “tikilik” olduğunu söyleyebilirim. Bu “tikilik” İstanbul’daki gibi değil daha çok bobo, yani bohem burjuva. Akşamları belli bir saatte müzik dinletisi oluyormuş. Bir akşam müzik dinlemeye gelmek üzere çaylarımızı içip bu akşam yemeğimizi daha Hintli bir restoranda yemeğe karar veriyoruz.

Ganga Aarti Töreni

Otelde biraz dinlendikten sonra güneş batarken başlayan Ganga Aarti ritüelini izlemek üzere Dasaswamedh Ghat‘a gidiyoruz. Bu ritüeli sandal tutup nehirden izlemek tavsiye edilse de biz daha yakından, ritüele katılanlar arasından izlemeyi tercih ediyoruz. Nehir kenarına dört platform kurulmuş. Her birinin üstünde rahip olduğunu düşündüğümüz birer erkek, ellerinde tütsülerle dans performansını andıran hareketler yapıyor. Bir yandan bir kişi de bu ritüele özgü mantralar okuyor ama kim göremiyoruz. Bu dört platformun civarında yerde oturanlar olduğu gibi Ganj’a yukarıdan bakan basamaklarda bizim gibi oturanlar da var. İzleyenler arasında mantralara eşlik eden çok sayıda insan var; yabancı sayısı fazla değil. Performansı gerçekleştirenlerin çok dibine girmedikçe fotoğraf çekmekte bir sakınca yok. Aksine rengarenk ışıklar ve süslerle bezeli bu görsel şöleni yerli turistler de kaydediyor. Tören çok kalabalık. Karadan izleyenler dışında sandalların içinde, nehirden izleyen de müthiş bir kalabalık var. Törenin her gün yapıldığını düşününce, Hinduların ibadet etmeye düşkün olduğu sonucunu çıkarıyor insan. Bir yandan Varanasi, Hinduların hac yeri gibi olduğundan, herkes sürekli ibadet halinde. Ritüellerden oluşan ibadetler, başta Ganj kıyısında olmak üzere açık alanda yapıldığı, görsellik ve ses içerdiği için Hinduizm’i fazla gösterişli bulduğumu söylemem gerek. Bu elbette benim şahsi düşüncem.

Hinduizm ve Kast Sistemi

Tarih içinde ilerledikçe toplumların farklı sınıflardan, kabaca ezen ve ezilenlerden oluştuğu ve hala mevcut bir yapı var. Bu çoğu toplum için geçerli elbette. Yine de bildiğim kadarıyla toplumsal hiyerarşi üstüne inşa edilen tek din de Hinduizm. En kadim dinlerden olan Hinduizm de aslında bir yönetim ve düşünce biçimi. Yüzyıllar içinde yaşayarak dönüşse de kast sisteminde pek değişikliğe gidilmemiş. Hindistan’a Dair’de anlatıldığı kadarıyla, kuzey batıdan gelen ve “aryan” diye adlandırılan göçmenler, istila ettikleri Hint altkıtasının o zamanki yerli halkının kültürünü uygar bulmuyor (ne kadar tanıdık değil mi), hayvan eti yemesi bir yana, özellikle siyahi teninden dolayı hakir görüyor ve bu insanlarla kesinlikle karışmaması gerektiğine karar veriyor. O dönemin bilgiyi barındıran manevi insanları olarak adlandırılabilecek Brahmanlar da “maneviyatlarını korumak” adına, hiyerarşik bir toplumsal düzen ve yönetim düşüncesini kast sistemi üzerinden oluşturuyor. Kimseyi şaşırtmak istemediklerinden olsa gerek, kurdukları sınıf sisteminin en tepesine kendilerini yerleştiriyorlar. Aşağı doğru sırayla, düzenin koruyucusu asker ve bürokratlar, toprak sahibi köylüler ve tüccarlar, son olarak da topraksız köylüler ve işçiler geliyor. “Uygar olmayanlar” bir kasta bile dahil edilmeyip kast dışı ilan ediliyor. Hindistan’a Budizm hakim olduğunda dalitlerin kast dışı konumu kaldırılmak isteniyor. Ancak Budizm de toplumsal düzeni meslekler üstünden tasarladığından, en aşağı görülen işlerde çalışan dalitler ezilmekten yine kurtulamıyor. Hinduizm altkıtaya yeniden hâkim olduğunda düzen olduğu gibi devam ediyor. Türkçeye harican olarak geçen ezilene, Britanya sömürge döneminde dokunulmaz deniyor. Yine aynı dönemde kast sistemi sömürgecilerin çıkarları doğrultusunda güçlendirilip iyice kurumsallaşıyor. Bırakın kastlar arası evliliği, farklı kast mensuplarının aynı masada yemek yemesi bile günah sayılırken dalitlerin durumu daha da vahim. Tapınaklara girip ibadet etmeleri yasak. Bu insanlara dokunmak bile günah sayılıyor. Arundhati Roy’un Küçük Şeylerin Tanrısı‘nda aktardığı kadarıyla hizmetkâr dalitler, “efendilerinin” karşısından geri geri yürüyerek ayrılırken toprakta çıkan ayak izlerini bile silmek zorundalarmış.

Gandhi’nin çabalarıyla ezilenlerin toplumsal kabulü konusunda iyileştirmeler yapılmış. Daha sonraki yıllarda da kast sistemi anayasal olarak kaldırılmış. Dalitlerin uğradıkları ayrımcılığa karşı bilinçlenmeleriyle birlikte politik mücadeleleri de artmış. Ancak bu tip mücadelelerin gerçek anlamda meyvesini almak için birçok nesil geçmesi gerektiğinden, seyahatimiz süresince karşılaştığımız en yoksulların -her ne kadar çoğu durumda yoksulluk milliyet körü olsa da- ve hizmetçilik işlerinde çalışanların ezici çoğunluğunun hala bu insanlardan oluştuğunu gözlemledik.

Meydan, Varanasi, Aralık 2018
Meydan, Varanasi, Aralık 2018
Cadde, Varanasi, Aralık 2018
Cadde, Varanasi, Aralık 2018
Ganj Nehri, Varanasi, Aralık 2018
Ganj Nehri, Varanasi, Aralık 2018
Ganj Nehri, Varanasi, Aralık 2018
Ganj Nehri, Varanasi, Aralık 2018
Ghatlar, Varanasi, Aralık 2018
Dasaswamedh Ghat, Varanasi, Aralık 2018
Dasaswamedh Ghat, Varanasi, Aralık 2018
Dasaswamedh Ghat, Varanasi, Aralık 2018
Dasaswamedh Ghat, Varanasi, Aralık 2018
Aarti Ritüeli, Dasaswamedh Ghat, Varanasi, Aralık 2018
Aarti Ritüeli, Varanasi, Aralık 2018
Aarti Ritüeli, Dasaswamedh Ghat, Varanasi, Aralık 2018
Aarti Ritüeli, Varanasi, Aralık 2018
Aarti Ritüeli, Dasaswamedh Ghat, Varanasi, Aralık 2018
Aarti Ritüeli, Varanasi, Aralık 2018

About the author

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir