3. Gün: Agra

Gün Doğumunda Tac Mahal

Sabah 5’te kalkıp içlikler, yün çoraplar, sıkı sıkı giyinip aşağı iniyoruz. Bizim gibi Tac’ı gün doğumunda ziyaret etmek isteyen sempatik bir çift daha var. Ancak evin sokak kapısını bir türlü açamıyoruz. Sabahın kör soğuğunda kalk ama Tac’da gün doğumunu kaçır! Neyse ki Ranjanna’nın oğlunun ayaklanmış olduğunu görmüşler, biri çağırmaya gidiyor. Oğlan uyku sersemi geliyor ama kapıyı o da açamıyor; meğer akıllının biri dışarıdan sürgülemiş. Birinin aklına başka kapı var mı diye sormak geliyor. Bir tane daha varmış. Dışarı çıkıp, bizi Tac’ın gişelerine götürecek olan servis araçlarına doğru karanlıkta ilerliyoruz. Bizim gibi yürüyen başka insanlar da var, çoğu Hintli turist. Bir ritüeli andıran bu sahnede onlarca insan, sessizlik içinde yan tarafları açık otobüslere biniyoruz.

Doğu kapısından Tac’a giriyoruz. Çokça resmini gördüğümüz manzara tam karşımızda. Sabahın ilk ışıklarının alaca aydınlattığı ince ince uzanan dört parçalı havuz ve bitimindeki kırmızı platformdan basamaklarla çıkılan ikinci, mermer platformun üstünde, sabah sisi içinde dört minaresi ve nefes kesen kubbesiyle yükselen mermer mozole. Havuzun eşit uzunluktaki dört kolu bahçeyi dörde bölüyor. Bu dört eşit parça kendi içinde yine dörde bölünüyor ve böylece bahçe alanı toplam an altı eşit parçadan oluşuyor. İslam’a göndermeyle cenneti temsil eden bahçede, havuzun kolları boyunca sıralanmış selvi ağaçları da ölümü temsil ediyor. Bahçenin dört parçalı yapısı da yine İslam’a göre dört rakamının öneminden hareketle yapılmış diyor rehber kitaplar. Dört rakamının önemi dört elementle mi ilgili acaba diye düşünüyorum. Kırmızı platformun sağ ve sol uç kenarlarında yine kırmızı kumtaşından inşa edilmiş biri mescit diğeri mescide simetri oluşturan ve jawab (cevap) diye adlandırılan iki yapı bulunuyor.

Sabah sisi Tac’ı daha da mistik yapmış. Çektiğim fotoğraflar bu güzelliği yeterince tarif edebilecek mi emin değilim çünkü bu sadece bir yapının eşsiz güzelliği değil, bir güzellik bütününün insanda yarattığı duyguyla ilgili; abartısız gözlerimiz doluyor. Binbir Gece Masalları‘nın dekoru içinde gibiyiz. Çok ince bir işçilikle en küçük detay bile düşünülerek gerçekleştirilmiş bu yapıtta hiçbir eksiklik ya da fazlalık yok. Büyük bahçeyi, havuzu, platformu, ana binayı ve yanlardaki yapıları da içinde barındıran bütün, mükemmel bir simetri içeriyor. Birçok farklı desen, Kuran’dan ayetler olduğunu düşündüğüm kaligrafik yazılar, dünyanın dört bir yanından getirtilmiş değerli taşlarla mermere işlenmiş, bazı alanlarsa beyaz bırakılmış. İki kenardaki kırmızı yapının ortasında mermer beyazı kubbe bir mücevher gibi parlıyor. Bu şimdiye kadar gördüğüm mimari eserler arasında hiç kuşku yok ki en etkileyici olanı.

İçerisi erken saatten dolayı çok kalabalık değil. Az sayıda ziyaretçi, sükûnet içinde etrafta dolaşıp bahçenin farklı açılarından bu muhteşem yapıyı hayranlıkla seyrediyor. Etrafta gezindikten sonra mozolenin içine giriyoruz. Sabah saatleri dışında ziyaretçiler kalabalıklaştığından mozole önünde kuyruk oluşuyormuş. Bilete daha yüksek meblağ ödediklerinden yabancı turistleri bekletmeden içeri alıyorlarmış. Mozoleye girmek için sıra bekleyen Hintli turistleri, sıraları gelinceye kadar uzun kuyruk oluşturmasınlar diye binanın çevresinde döndürüyorlarmış. Bizim Mehtap Bagh‘dan gördüğümüz tavaf manzarasını da işte bu durum oluşturuyormuş. Sabahın ilk ışıklarında kalabalık olmadığı için böylesi bir sahne yok ama bu yine de bir ayin. Mozolenin içini gezerken de, dışarıdan bakarken olduğu kadar yüksek duygular yaşıyoruz. Duvarlardaki işlemeler o kadar ince düşünülmüş ve güzeller ki, bakmaya, seyretmeye doyamıyor insan. Kalp şekilleri duvarları boydan boya süslüyor.

Mimarı Fars Üstad Ahmad Lahori olan Tac Mahal’ı 20 bin işçi 22 yılda tamamlamış. Mermer üstündeki nefis taş işlemeleri, İtalya’dan, İran’dan getirtilen zanaatkârlar bezemiş. Umarım emeklerinin karşılığını almışlardır çünkü insanın aklında kalan şey ne mimarı ne işçileri, sadece Şah Cihan ve onun Mümtaz’a olan ölümsüz aşkı. Bu arada Mümtaz’ın, eşinin yanında bulunduğu bir sefer sırasında aşklarının on dördüncü meyvesini dünyaya getirirken öldüğünü de belirtmeden geçmek istemem.

Mozoleden çıkıp tekrar bahçeye inerken ikimiz de büyülenmiş, biraz kendimizden geçmiş haldeyiz. O sırada akşam yemeğinde tanıştığımız çifti görüyoruz. Ayaküstü ettiğimiz iki çift lafın arasında erkek olan, Tac Mahal’i Loire bölgesinde bulunan ortaçağ şatolarıyla kıyaslayarak, “onlar kadar güzel” diyor. Bahsi geçen şatoları görmüş biri olarak dilim tutuluyor, “ne, nasıl yani, alakası yok” gibi tuhaf sözler çıkıyor ağzımdan. Yine de benim sözlerim bu insanın zihin dünyası kadar tuhaf olmasa gerek!

Tac Mahal 02
Tac Mahal, Agra, Aralık 2018
Tac Mahal, Agra, Aralık 2018
Tac Mahal_yakın
Tac Mahal, Agra, Aralık 2018
Tac Mahal, Agra, Aralık 2018
Siste Yamuna Nehri, Agra, Aralık 2018
Agra Kalesi

Otele dönüp ev sahibinin hazırladığı mükellef kahvaltıya oturup günün geri kalanı için ihtiyacımız olan gücü topluyoruz. Öğlene kadar odanın önündeki terasta vakit geçirip, hava iyice ısındığından içliklerimiz, kalın çoraplarımızdan kurtulduktan sonra dışarı çıkıp, Agra Fort ziyareti için tuktukçu Mirza’yla gidiş-geliş 400 Rupiye anlaşıyoruz.

15-20 dakikalık bir yolculuk sonunda vardığımız Agra Fort heybetli bir kale. Oğlu Şah Cihan’ı bu kalede sekiz sene tutsak etmiş. Mimariye hâkim simetri yine dikkat çekici. Güzel bahçeleri, ferah avlularıyla tutsak edilmek için bayağı güzel bir şato; burçlarında Tac manzarası bile var. Her gün Tac’ın seyrine bakıp da gidememek herhalde Şah Cihan için daha büyük bir işkence olmuştur diye düşünüyoruz. Oğlan belli ki babaya fena öfkelenmiş, acayip bir intikam yöntemi bulmuş. Acaba hazinenin bütün parasını Tac’a gömdüğü için mi, bilemiyoruz, aramızda tahmin yürütüyoruz.

Şah Cihan, tutsaklığının sekizinci yılında ölüyor ve Tac Mahal’e tören eşliğinde ancak cenazesi gidiyor. Yamuna Nehri’nin karşı kıyısında kendi için hayal ettiği mozoleyi inşa ettiremediği için olsa gerek, şimdi Mümtaz’ın mozolesinde, aşkının yanında yatıyor.

Agra Fort 2
Agra Fort girişi, Aralık 2018
Agra Fort, iç avlu
Agra Fort iç avlu, Aralık 2018
Agra Fort sakini
Agra Fort sakini, Aralık 2018
Agra’da Çadır Mahalleler

Agra Fort‘dan çıkınca yakınlarında olan Kinari Bazaar‘a (Kinari Pazarı) gitmeye karar veriyoruz. Mirza ısrarla bizi Moğol pazarına götürmek istese de direniyoruz. İpek almayı düşünmüyoruz ayrıca alışverişi Jaipur’dan yapmaya karar vermiştik. Amacımız pazar atmosferi görmek ve biraz yürüyüşle Agra’nın kenar mahallelerini keşfetmek.

Burada yürümek de Hindistan’daki diğer cadde ve sokaklarda olduğu gibi zorlu bir performans. Trafikte kural yok gibi. “Gibi” diyorum çünkü trafik bir şekilde ilerliyor. Öncelik sanki tuktuklar başta olmak üzere motorlu araçların ve ineklerin. Otomobiller seyrek. Motorlu tuktuk, bisikletli rikşa, zaman zaman belediye otobüsü ve yayalar. Hepsi aynı anda ayrı yönlere doğru ilerliyor. Tam bir kaos gibi görünse de hiç kesilmeyen korna sesleri trafiğin yavaş da olsa akmasını sağlıyor, kimse kimseye çarpmıyor. Kural: korna!

Karşıdan karşıya geçmeyi zorlukla becerebildiğimiz bir kavşağın ortasında yine bir inek oturmuş. Bu inekler acaba ne düşünüyor? Sokaklardaki maymunlar, el örgüsü rengarenk kazaklar giydirilmiş ve hayatımızda gördüğümüz en yakışıklı keçiler, hepsi birer yurttaş gibi görünürken inekler bunun bir kademe üstünde. Kutsal sayılmaları kadim zamanlardan kalma değil. Hinduların, Müslümanlarla aralarında bir tür hiyerarşi kurma çabası sonucunda sömürge döneminde başlamış bir gelenek. Hiç kimse bu hayvanlara dokunmuyor, özgürce dolaşmalarını saygıyla karşılıyor. Aslında daha çok hayvanlarla insanlar arasında eşitlik varmış gibi bir his doğuyor insanda. Gerçeği yansıtıp yansıtmadığını bilmemekle birlikte bu his bize çok iyi geliyor.

Delhi’de dikkatimi çeken armoni burada da var. Onca trafiğe, hiç durmayan korna sesine rağmen insanların kavgaya tutuştuğuna hiç tanık olmadık. Kimi zaman birbirlerine söyleniyorlar ama arkadan değil; ne söylüyorlarsa birbirinin yüzüne söylüyorlar ve bu bir gerilim yaratmıyor.

Agra Fort civarındaki mahallelerde yoksulluk kol geziyor. Zaten genel olarak sokakta rastladığımız insanlar yoksul görünüyor. İşletmeciler ve esnaf hariç tezgâh açıp bir şeyler satmaya çalışanlar da, bisikletli rikşacılar da, özellikle yaşlı olanları çok çarpıcı. Ama karşımıza çıkan bir çadır mahallede gördüğümüz yoksulluk bir başka; insanı isyan ettirecek cinsten. İçinde çöp ve vıcık siyah çamur olan ve daha çok lağımı andıran bir kanalın yanında uzanan bir çadır mahalle bu. Dar alanda dip dibe kurulmuş derme çatma çadırlar, insanlar, keçiler, yakmak ya da çadır kurmak için olsa gerek kalın dal öbekleri iç içe.

Etrafı temizlenip düzenlenmiş bir çadırın önündeki alçak platformda bağdaş kurup oturmuş bir kadın görüyoruz. Önünde oturan ve banyosunu yeni yapmış gibi duran küçük kız çocuğun saçlarını tarıyor özenle, ağır ağır. İçinde bulundukları koşulların bütün çirkinliğine meydan okuyan bir güzellik yaratıp içine dalmışlar sanki. Acınası zayıflıklarına rağmen bir tabloya esin verecek güzellikte ikisi de. Kadınla göz göze geliyorum. Bakışlarında umutsuzluk sezsem de eziklik görmüyorum. Yok umutsuz değil, daha çok sessiz ama öfkeli bakışlar bunlar. Günlük işlerini yapan bir insanın meraklı gözlere karşı haklı yanıtı. Fotoğraf çekme niyetinde olmasam da nedenini sonra çokça düşüneceğim bir refleksle, elim boynumdaki makinaya uzanıyor. Hala göz gözeyiz. Gözlerimle izin isterken buluyorum kendimi. Sertçe, nahin, diyor. İma etmiş olmaktan bile utanıyorum. Yanlarından yürüyüp geçiyoruz ancak o bakışları ikimiz de unutmayacağız, bunu biliyoruz.

Kinari Bazaar düşündüğümüzden daha uzakta. Mirza tuktukuyla bir anda yanımızda bitiverince kendisinden bizi pazara götürmesini istiyorum. “Tuktukla oraya giremem” diyor. Bir şekilde bizim Kinari Bazaar‘a gitmemizi istemiyor sanki, ısrar ediyorum. Ancak hemşire de etraftaki kaostan biraz tedirginleşmiş, pazara gitme konusunda isteksiz, “inatlaşmayalım, pazara gitmeyelim” diyor.

İnsanlar ve hayvanlar için doğal kozmetik ürünler satan bir dükkânın yakınlarında olduğumuz aklıma geliyor. Hemşirenin emekli kızı Shilo’nun kaşıntısı için bir ilaç bulabiliriz belki diye oraya yollanıyoruz. Mirza, eşi de oradan alışveriş ettiğinden dükkânın yerini biliyor. Shilo’ya ilaç bulamasak da kendimize güzellik kremleri almadan çıkmıyoruz. Fiyatlar komik derecede ucuz. Yaşadığımız yerlerde ne kadar kazıklandığımızı düşünmek bile istemiyorum.

Tac Mahal Manazarasına Karşı Hint Birası

Akşam yemeğinden önce, içi dışı rengarenk ışıkla donatılmış otelimizin Tac manzaralı fantastik terasında Hint birası içiyoruz. Yumuşak ve ferahlatıcı bir tadı var. Hava kararınca Tac’ın aydınlatılmadığını fark ediyoruz. Başka yerde olsa her yerden görünsün diye projektörlerle aydınlatılacak olan böylesi bir yapının ışıklandırılmamış olmasını, üstelik rengarenk aydınlatmanın cömertçe kullanıldığı bir kültürde, şaşkınlıkla olduğu kadar yapının zarifliğinin bir tezahürü olarak beğeniyle karşılıyoruz; ölüye saygı olsa gerek.

Hindistan’ın yarattığı heyecandan mı, bol baharatlı yemeklerinden ya da Tac Mahal’in etkisinden mi bilmem ama içtiğim içkiyle orantısız oranda kafam iyi oluyor. Sanki tam o anda kendimi zihnen ve bedenen Hindistan’a varmış hissediyorum.

Rakısız Rakı Muhabbeti

Yemek masasında bizden başka, sabah çıkarken kapıda karşılaştığımız çift ve henüz yirmili yaşların çokça başında olduğu anlaşılan üç kişilik bir grup var. Yemeklerin dünkünün biraz ayarlanmış haliyle aynısı olması hayal kırıklığı yaratsa da masadaki muhabbet iyi çıkınca keyifleniyoruz. Şimdiye kadar yaşadığımız (bizim için sadece iki gün!) esprili Hindistan izlenimlerimizi kahkahalar eşliğinde karşılıklı paylaşıyoruz.

Yemek bitse de sohbet devam ediyor ve laf sanki rakı masasındaymışızcasına birçok Avrupalı gibi en çok merak ettikleri konuya, memleket durumuna geliyor. Bu “neler yaşadığımız” soruları yerini “nasıl bir dünyada yaşamak istiyoruz”a bıraksa keşke! Türkiye’ye gitmek isteyip de kaygıları yüzünden vazgeçen arkadaşlarından bahsediyorlar. “Mücadele edilemez büyük bir güç” olarak kafalarında yarattıkları korkuya her ne kadar yersiz olmasa da yine de bizdekinden daha çok teslim olmuşlar gibi geliyor. Sonuçta günlük hayatın devam ettiğinden, İstanbul özelinde bazı meydanlardaki toma bolluğu dışında bir “turistin” çok bir şey fark edeceğini sanmadığımı söylüyorum. Sayılarla kadın ve iş cinayetlerinden, hapishanelerdeki gazeteci, politikacı, avukat, entelektüel, öğrenci, hatta küçük çocuklardan bahsedip yorumu kendilerine bırakıyor, “sizin oralar nasıl?” diye topu geri gönderiyorum. “Popülist” diye liberal kibarlıkla tarif edilen otoriter yönetimlerin dünya genelinde yükselişinden bahsediliyor. Hindistan’da olup da yoksulluk boyutunun çıplaklığında açıkça hissedilen emperyalist yağmadan bahsetmemek mümkün olmadığından bu konuya da giriyoruz. Avrupa’nın da yüzleşmesi gereken karanlık tarihten çoğunlukla Britanya eksenli konuşsak da, sömürgeciliğin apartheid boyutunu yaratmaya katkı sunmuş devletlerini de acaba bu hesaba katıyorlar mı diye aklımdan geçirmeden edemiyorum. Kısa süreli suskunlukları hesaba kattıkları izlenimi uyandırıyor. Ya da kim bilir belki de benzer düşünceleri onlar da bizim için akıllarından geçiriyor.

About the author

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir